20091211

hayata atılma sıkıntısı

''İlk gençlik yıllarımdaki temel duygu suçluluktu. Bu şekilde kendimi farklı hissediyordum ve bunu olumsuz bir şey olarak algılıyordum. Herkes haklı, ben haksızım gibi hissediyordum ve sosyalleşme problemlerim vardı. Başkalarını bir araya getiren dürtüler benim için fazla anlam taşımıyordu. Oraya ait hissetmiyordum''

''İlk gençliğim böyle bir yalnızlığın egemenliğinde geçti denilebilir. Böyle bir durumdaki insan kitaplarla ve filmlerle, bütün kaynaklarla daha yoğun bir ilişki kuruyor. Çünkü bir çare arıyor kendine. O zamanlar filmler ve kitaplar çok büyük etki yapardı üzerimde''

''Boğaziçi Üniversitesi'ni bitirince birden boşlukta hissettim kendimi. Amacımın netsizliği, ideallerimin net olmayışı rahatsız etti. Elektrik mühendisi olmak istemediğim duygusuna kapıldım. O zaman pasif şekilde beklemektense, hiç olmazsa batıyla karşılaşınca duygularım ne olacak diye anlamak için, sırf İngilizce bildiğim için Londra'ya gittim. Orada da kitap okuyor, filmlere gidiyordum ama henüz sinema yapmak gibi bir düşünce hiç yoktu''

''Otostopla Yunanistan'a oradan Hindistan ve Nepal'e gittim. Dağlarda yürüyor, insanlarla konuşuyordum. Kendime bir amaç arıyordum. Amaçsızlık ve kararsızlık insana en büyük acıları veren şey. Böyle bir zamanda, bir tapınağın üzerinde oturup düşünürken, birden askerlik yapmaya karar verdim. Nasılsa yapmak zorunda olduğum ve beni düşünmek, karar vermek eziyetinden kurtaracak bir şeydi. Askerlik bana gerçekten çok iyi geldi. Özgürlüğün aslında taşınması çok zor olduğun kabul etmek lazım. Bağımlılık, insanoğlunun derinden istediği bir şey. Özgürlük, 'keyfilik' anlamına geldiğinde acı verici ve aşılması kolay bir şey değil. Askerlik, Boğaziçi Üniversitesi'nin soyutlaştırıcı etkisiyle biraz kendimi yalıttığım Türk toplumuna sıcak bir sevgi oluşturdu içimde. Sinema yapmaya bu dönemde karar verdim''

''İnsan binlerce korkuyla baş başa kalıyor. Cesaret kazanmak için yeniden okumaya başladım. Tekrar İngiltere'ye gittim. O okullar çok pahalıydı, yine olmadı. Dönüşte Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde okudum. Sonra anladım ki, bu gereksizlik düşünceleri yüzleşmem gereken zor bir gerçeği ertelemek için uydurduğum bahanelerdi. Yani ilk filmi çekmenin zorluğu''

Nuri Bilge Ceylan sinemaya nasıl başladığını anlatıyor bir konuşmasında. Sözleri sadece sinemaya değil hayata başlamanın sıkıntısını öyle yalın ve içten ifade etmiş ki dokundu bana.

20090721

ben de gaste okurum ama...

Senelerdir aynı gasteyi satın alan sadık okuyucular vardır ya... Her pazar maaile gastelerini baştan sona okurlar. Baba gastenin ciddi yazarlarının karaladığı köşeleri okur, anne sadece kadın ekine bakar. Bıcırık çocuklar da öteki eklere, spor yada magazin sayfalarına bakar, hediye maketleri  keser-yapıştırır. Mutlu aile tablosu işte. 

Burada bedbaht çocukluğumundan bahsetmek değil amacım; ama benim evime düzenli bir gaste girmedi çocukken. Okuduğum tek düzenli mecmua babamın bana her ay başında getirdiği Bando dergisi, sonrasında da benim kendi harçlığımla aldığım Hey Görl dergileri oldu. Bunun dışında da babam aklına esen gasteleri getirdi muhtelif zamanlarda, onları okudum.  

Kendi gastemi alma yılları gelince önce o yılların (90ların ortası gibi) en entel görünümlü gastesini sıkıştırdım koltuk altıma. Ama gastenin "tek renkli"liğine tahammülüm tahminimden daha azmış. Muhtelif zamanlarda aklıma esen gasteleri alarak babama benzer bir yol tutturdum zaman içinde.

Ta ki internet çıkana kadar. İnternet çıkıp yeterli bağlantı hızına ulaştıktan sonra (2000lerin başı gibi) mesele çözüldü. Her gün canım hangi gasteyi isterse onu okumaya başladım. Gel zaman git zaman bu başına buyruk okumanın kendi içinde bir düzeni olduğunu farkettim. Yandaş mandaş demeden her gasteye bakarken kendime göre bir gaste yaptığımı farkettim zamanla. 

İşte benim gastemin içeriği. Her gün okuduklarım.

Hürriyette köşelenen Yılmaz Özdil üslübuna, Bekir Coşkun hezeyanına ve Fatih Çekirge görselliğine kıl olsam da Ahmet Hakan'a ve Ayşe Arman'a bakmadan geçmem. Pazar'ları da Ahmet Arsan ve Tolga Tanış keyifle okunur. 

Radikal'e torpil geçtiğim yalan değil. Yazarların çoğunu okuyorum. Oral Çalışlar, Hakkı Devrim, Cengiz Çandar, Murat Yetkin favorim. Serdar Kuzuloğlu'nu ise tek geçerim.

Milliyette Can Dündar romantizmine ve Metin Münir  realizmine kayıtsız kalamıyorum. Hasan Cemal'i de okurum. Ece Temelkuran'a zaman zaman bakıyorum.

Vatan'da Ruşen Çakır'a bakmazsam gün eksik kalmış gibi geliyor. 

Ayrıca, Taraf'ta Neşe Düzel'in röportajlarını, Cihan Aktaş'ın ve Mithat Sancar'ın yazılarını zevkle okurum. Konu ilgimi çekerse Murat Hoca'ya, Nişanyan'a, Zeki Coşkun'a, Elif Çakır'a göz atarım. 

Yeni Şafak'ta Akif Emre, Ali Bayramoğlu ve Ayşe Böhürler'i okurum; Zaman'da da Ali Bulaç'ın hastasıyım. 

"Ergenekoncu" medya ile "yandaş" medyanın görmezden geldiği hatta zaman zaman üstünü örttüğü meselelere parmağını bastığı burnunu soktuğu için bianet'e de her gün olmasa da sık sık bakarım.  

Dikkatinizi çekmiştir Sabah'a bakma alışkalığım yok. Nedenini bilmiyorum. Bazen Haşmet Babaoğlu'na bakarım o kadar. 

Bunların dışında bir de şimdi gazeteciler.com sitesine takılıyorum. Hem Ahmet Hakan'ın hem Ahmet Arsan'ın verdiği referanslar bu mecrayı işaret ediyordu. İkisi de Ahmet Yavuz diye birinden bahsediyordu. Onu da okumaya başladım artık. Bu kadar Ahmet okumak bünyeye ağır geliyor belki ama 3ünün de kafa göz dalarak benzer içeriklerde yazması medyada klonlanmış Ahmet'ler mi var endişesi doğuruyor biraz. Hayırlısı bakalım... 

Neyse işte; ben de gaste okuyorum ama bir gasteyi okumuyorum, okuyamıyorum. Eskiden dertlenirdim, yukarıdaki mutlu aile tablosuna hiç giremeyeceğim diye ama artık atlattım. Bazı pazarlar istediğim basılı kağıtları alıp istediğim yerlerini okuyorum. Ama haberleri ve fikirleri internetten topluyorum, kafama göre. 

20090602

davos'un yolları taştan

TC başbakanı Davos'ta 80'lik Perez'e herkesin malumu tarihi ayarı verdiğinde kendisini "padişahım çok yaşa!" nidalarıyla  karşılayıp 1. osmanlı padişahı olarak taçlandırmıştık. Padişahımız bugün mayın temizleme ihalesini gönlüne göre bir şirkete vermek istiyor. Hepimiz kazan kaldırıyoruz. Halka bilgi verilmiyor, meclis iradesi çiğnenecek diye. 

Benim anlamadığım hangi padişah halka malumat verdi ki bizimki versin? Niye versin? Siz tacı tahtı kendisine vereli daha 3-5 ay olmuşken şimdi hikmetinden sual sormak ne haddinize? 

Aklını başına devşir tebaa! Arıza çıkarma, itaat et! 

Yoksa yersin ayarı...

20090529

yaşlandığını anladığın anlar

1. doğduğu gün kucağına aldığın çocuğun askere gitttiği an.

2. sağa çektirip ehliyet-ruhsat sormaya yanaşan polisin senden genç olduğunu gördüğün an.  

3. eskisi kadar hızlı zayıflayamadığını gördüğün an. 

4. sahada top koşturan fitbolcunun yaşının seninkinin yarısı+2 olduğunu öğrendiğin an. 

bu liste daha uzar...

ergenekonla ilgili fikriyatımı ve hissiyatımı özetleyen yazı

Bu yazı 28 Mayıs 2009 tarihinde yayınlanan Vatan gazetesindeki Ruşen Çakır'ın köşesinden kopyalanmıştır.

Bu dava başladı başlayalı önemli bir yere dokunduğunu, çözülürse Türkiye'nin başka bir ülke olacağını hissediyorum. Ama öte yandan bu davayı kendi siyasi linç girişimlerine, ötekileştirme projelerine, psikolojik işkence ve sindirme taktiklerine alet edenleri gördükçe de içim cız ediyor. Hele hele 5-10 sene önce kendileri şamar oğlanı edilip itelenenlerin palazlandıktan hemen sonra büründükleri vahşi üslup içimi iyice karartıyor. Kafamı iyice karıştırıyor. 

Bugün Ruşen Çakır'ın yazısını görünce buraya eklemek istedim ki arşive bi not düşülsün, yalnız değilmişiz diye. Aklı olan, kafası karışan, içi sızlayan bi tek ben değilmişim demek ki.*

"Eminağaoğlu’nun gizlenen yüzü

Önümüzde çok hayati bir soru cevaplanmayı bekliyor: Hrant Dink’in alçakla katledilmesinin Ergenekon soruşturmasıyla bir ilişkisi var mı, yok mu? Bu soruyu “Trabzon’da rahip Santoro’nun, Malatya’da Protestan misyonerlerin katledilmesinin Ergenekon’la ilişkisi var mı, yok mu?” diye de geliştirebiliriz. 

Bu konuda çok şey söylendi, yazıldı, çizildi. Bütün bu süreçleri ABD’den, Washington’dan, büyük ölçüde internetten izlemek zorunda kalmış, dolayısıyla yeterli bilgi sahibi olmayan biri olarak iki meslektaşımın kitaplarından geniş ölçüde faydalandım. Bunlardan ilki, Milliyet’ten Nedim Şener’in “Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları” adlı çalışmasıydı. Nedim, doğru bildiğimiz birçok şeyin aslında öyle olmadığını göstererek bize çok büyük bir iyilik yaptı. Nitekim “iyi olan hiçbir şey cezasız kalmaz” ilkesi bir kez daha işledi ve polis “bizi hedef gösterdi” diye kendisini dava etti.

İkinci kitap ise Vatan Ankara bürosundan Kemal Göktaş’ın “Medya, Yargı, Devlet” altbaşlığını taşıyan “Hrant Dink Cinayeti” adlı eseri. Türkiye’nin önde gelen yüksek yargı muhabirlerinden Kemal’in, yüksek lisans tezi olarak Dink’in medya aracılığıyla nasıl hedef haline getirildiğini araştırdığını biliyordum. Kitapta, tezine ek olarak Hrant’ın davalarını ve Ergenekon’un Hrant’a yönelik ilgisini mercek altına almış.

Ergenekon bağı

Kemal’in tamamen açık kaynaklara dayanarak kaleme aldığı kitabı okuduğunuzda başlangıçtaki soruya ‘muhakkak var’ cevabı vermek durumunda kalıyorsunuz. Öncelikle Ergenekon davasının Veli Küçük ve Kemal Kerinçsiz gibi kilit isimlerinin Hrant’a karşı yürütülen kampanyada ne denli etkili olduklarını bir kez daha hatırlıyoruz. Ardından Yasin Hayal ve Ali Öz gibi zanlıların Ergenekon’la bağları olup olmadığı hakkında bilgi sahibi oluyoruz. Bazı noktalarda kafanız epey karışıyor. İlki daha bildik bir olgu: Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek başta olmak üzere, Hrant’ı adım adım ölüme götüren süreçte şu ya da bu şekilde rol ve sorumlulukları olduğu ileri sürülen, fakat haklarında ciddiye alabileceğimiz bir inceleme veya soruşturma açılmayan bazı polisler Ergenekon soruşturmasında kilit rol oynuyorlar. İkincisi daha şaşırtıcı: Bazı çevreler tarafından neredeyse “Ergenekon’un yüksek yargıdaki temsicisi” gibi lanse edilmek istenen YARSAV Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu’nun, Kerinçsiz ve benzerlerinin mahkum ettirmek için yoğun enerji sarf ettiği Hrant’ı beraat ettirebilmek için elinden geleni yapmış olduğunu öğreniyoruz. İtiraf edeyim, ben bilmiyordum ve kendisini şahsen tanımadığım Eminağaoğlu hakkında son dönemde kalın çizgilerle çizilen kötü imajın etkisinde kalmış olduğum için inanmakta da zorlandım. 

Sonuna kadar direnmiş

Şişli 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nin Dink’i 301. maddeden mahkum etmesi üzerine hem Kerinçsiz ve diğer müdahiller, hem de Dink’in avukatları temyize başvurunca, Yagıtay Cumhuriyet Başsavcılığı adına savcı Eminağaoğlu kaleme aldığı tebliğnamede ayrıntılı bir şekilde Dink’in yazılarının “eleştiri” boyutunu aşmadığını ve suçsuz bulunması gerektiğini belirtmiş. Buna rağmen Yargıtay 9. Ceza Dairesi cezayı onayınca, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı yine itiraz edip davayı Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na taşımış. Eminağaoğlu tebliğnamesinde Yargıtay üyelerini Dink’in söz konusu yazılarını “soğukkanlılıkla” okumaya davet etmiş ve sözlerinin tamamen düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini ayrıntılı bir şekilde savunmuş. Sonuçta 7 üyenin itiraz lehine oy kullanmasına rağmen Dink’in cezası onaylanmış. Kitaptaki en çarpıcı belgelerden biri, Eminağaoğlu’nun, Hrant’ın alçakla katlinden beş gün sonra kaleme aldığı ve www.adalet.org sitesinde yayınlanan yazısı. Şu cümleler onun: “Hrant’ın karşısına geçenler, Lozan’ı savunurken ne Atatürkçülük ne de Lozan’dan haberdarlardı. Bu durum Atatürkçülüğe de, Lozan’a da, Hrant’a da zarar veriyordu.” 

Bir de şu bölüme dikkatinizi çekmek istiyorum: “Danıştay saldırısında görüldüğü gibi Hrant olayında da görülen, ayakkabının/botun altının delik olduğu. Demek ki hayatlarını kaybeden bu kişiler paranın gücü altına alınarak yönlendirilmemiş ve yaşamamışlar, ifadelerini özgürce dile getirmeyi düstur edinmişler.” 

Kitabı okuduktan sonra Kemal Göktaş’la konuştum ve Eminağaoğlu’nun sadece Hrant olayında değil, askerlik yapmayı reddeden “vicdani retçiler” ve Kürt sorunuyla ilgili davalarda da çok ileri ve demokratik yorumlar yapmış olduğunu öğrendim.

Şimdi insanın aklına şu sorular takılıyor: 

1) Böylesine “çağdaş hukukçu” profiline sahip olan biri, nasıl olur da Ergenekon gibi karanlık ve hukuk dışı bir yapıyla irtibatlı olabilir?

2) Eğer böyle bir irtibatı yoksa -ki üstlendiği davalara getirdiği yorumların Ergenekon çizgisine tamamen ters olduğunu görüyoruz- neden bazı odaklar kendisiyle bu kadar çok uğraşırlar?

3) Kendilerini haklı olarak “Hrant’ın dostu” olarak tanıtan ve onun yargı sürecinin tüm aşamalarını bildiğini varsayabileceğimiz bazı aydınlar neden şu hengamede “Bir dakika, Eminağaoğlu Hrant davasında çok dik bir duruş sergilemişti” diyerek kamuoyunu aydınlatmazlar? Hatta içlerinden bazıları Eminağaoğlu’na yönelik linç kampanyasına katılmaktan geri kalmaz?

Özetle bu işte bir gariplik var."

*Bu konu hakkında bir de Ahmet İnsel'in yazısı çıkmış Birikim'de, en kısa zaman da ona da bakılacak.

20090521

polis devleti mi, o da ne?

Konuya girmeden önce televidyon'a değinmek istiyorum. Çoğumuz sanal dünyada görüntü paylaşımını facebook'ta video yollamaca olarak henüz keşfettik. Fakat bu işi hakkıyla yapan, yaratan web televizyoncuları henüz yeteri kadar tanınmıyor Türkiye'de.

Televizyon olgusunu aptal kutusu olmaktan çıkarıp akıllı çocukların elinde oyuncak etmiş bi oluşum televidyon. Arkasında Serdar Kuzuloğlu ve tayfası var desem, iyi bir referans olur kanımca. 6 kanalda 19 farklı program sunuyorlar. Her damağa uygun lezzet mevcut: tekno,mizah, belgesel, ticaret, sinema, vs. Keyifli işler, çok kafa elemanlar. Girin seyredin işte televidyonu.

Ben bugün 14 sene önce çekilmiş Pusula programının bir bölümüne rastladım. Konu Türk polisi. Sokaktaki adamın son yıllarda maruz kaldığı tazyikli sulama, baharatla soslama muamelesi hepimizin malumu. Ergenekon'da yılmadan gece mesaisi yapan çalışkan polis tiplemesi malum, gözlerimiz yaşararak izliyoruz. Korkudan kafamızı kaldırıp yüzüne bakamadığımız, Türk polisinin anatomisini hepimiz merak ediyoruz kuşkusuz. 

İşte bu program daha 1995 yılında yukarda bahsedilen soru(n)lara kafayı takmış, yanıt aramış.

Ben biraz tüyo vereyim...

Akın Birdal'ın gözlerinde daha çok ışık saçlarında daha az ak varmış o yıllarda.

Mehmet Ağar blue jean giyip "police" gözlük takıyormuş. Bıyıkları da sarıymış valla. 

---spoiler---

Mehmet Ağar gelecekte hiçbir polis amiri halktan özür dilemeyecek diyor. Haksız mı?

---spoiler---

20090520

3. dünya

Bugün İngiltere hayatımın ilginç deneyimlerinden birini yaşadım. Unutmamak için buraya not ediyorum. 

Burada yaşadığım evi 5 öğrenciyle paylaşıyorum. Bunlardan bir tanesi ile dün akşam yemeğinde sohbet ederken birbirimize yaşattığımız şaşkınlığı yıllar sonra da hatırlamak için yazmak istedim. 

Sohbet sırasında öğrendiğime göre bu arkadaş önümüzdeki yıl için ev almayı planlıyor. Babasının birikmiş bir miktar parası olduğunu, son küresel krizle iyice düşen faiz oranları nedeniyle paranın faiz getirisinin çok düştüğünü, bu nedenle ev almak istediklerini anlattı. 

Ben ilgiyle dinlerken bir yandan da "ya ya Türkiye'de de çok düştü faizler" dedim. Bunun üzerine haklı olarak arkadaş faiz oranlarını sordu; çok takip etmesem de "%10-12 civarına düştü herhalde" dedim. Bununla birlikte mavi gözlü İngiliz arkadaşa da hayatının şokunu yaşattım. Gözleri faltaşı gibi açılarak sordu "eskiden ne kadardı ki!!!" diye. Ben de çok derin olmayan finans bilgimle %18-19 falandı dedim. Bu şoku zorlukla atlatan arkadaş eh sizin ülkede hiç çalışmadan yaşayan çok insan vardır, faizle servet yaratılır falan dedi bu arada. Ben ne sandım dostum 3. dünya olmak böyle işte bakışı attım o arada kendisine. İşsizlik oranımızın %20lere tırmandığından hiç söz etmedim tabi ki. 

Bu tatlı sohbetin akabinde 2. şaşkınlık dalgası da benim suratımda patladı. Bu arkadaşın birkaç yıldan beri %4 civarında olan faizin son aylarda %0.5e düştüğünü söylemesiyle. Ben de o vakit anladım gelişmiş ülkede zengin vatandaş olmanın sıkıntısını. Faizle gelen o tatlı paralardan eser yokmuş buralarda. 

İkimiz de yaşadığımız şokun etkisiyle bir kere daha anladık ki farklı dünyaların insanıydık. Para mevzuunu çok fazla konuşmamaya karar vererek tatlı tatlı yemeğimizi yedik. Ben bilemedim hangisi iyi: %20 faize %20 işsizlik mi yoksa %0.5 faize %5 işsizlik oranı mı? O da son yıllarda çok hızlı artıyor diye dertleniyor buralarda ademoğlu. 

   

20090514

para isteme benden buz gibi soğurum senden

Aslında konuyla pek alakası yokken babacığımın, harçlıkla geçindiğim yıllarda sık sık kullandığı veciz sözünü bu yazıya başlık yaptım. Çünkü buradaki "buz gibi soğuma" benzetmesini sadece bir tip insana karşı çok sık ve yoğun olarak yaşadığımı tespit ettim. Bünyemde bu derece yüksek hoşgörüsüzlük taşımaya alışık olmadığımdan yazıp dökeyim bari de içim rahat etsin. 

Bir yazı okurken "herkes" yerine "herkez" yazan ve bağlaç olan "de"yi bitişik yazan insan tipi. Senden buz gibi soğuyorum kardeşim, hem de o saniyede, yazına bakar bakmaz.

Elitist miyim neyim bunun psikolojik çözümlemesine girmeyeceğim. Ama bu yazım hatalarını bir yazı içinde görünce buz gibi soğuyorum yazandan. Öyle kuvvetli bir his yani. İçeriği ne olursa olsun, yazının anlamını bir türlü toparlayamıyorum kafamda. Bütün yazı öylece bulanıklaşıyor gözümün önünde

Bunu da buraya yazıyorum çünkü bu tepkim dilbilgisi bilincinin falan ötesinde, garip bir takıntı halini aldı. Hadi "herkez"e de bir nebze tahammülüm var (hayır yoook ona da yoook) da o "de"nin bitişik yazılması, nasıl anlatsam bilemiyorum, illet ediyor beni. Hissiyatım rasyonel tepkinin çok ötesine geçiyor bu konuda; uyarıyorum sizleri. Bitişik yazılmış "de"yle  gelmeyin karşıma, buz gibi soğurum sizden, hiç şakam yok. 

Not: Beni anlayamadıysanız ya da derdimi tam teşhis edemediyseniz kırmızı boyalı -de'leri ayrı mavi boyalı "de"leri bitişik alarak bu yazıyı bir kere daha okuyun. Ben yapamıyorum, kara tahtayı kaşımayı denediğinizde çıkan ses içinizi kıyar ya hani, öyle bir kıyılma hissediyorum içimde. Evet; hastayım, takıntılıyım, farkındayım.

20090513

iç-mihrak



ve daha niceleri için bkz.

icmihrak.blogspot.com        

bakmadan geçme...

eurovision hadisesi

Bu sene de mayısın gelmesiyle hepimizi bir Eurovision heyecanı aldı. Hiiiç sallamıyorum diyip o gece mutlaka zap yaparak da olsa puanlamayı takip eden, olmadı birgün sonra gasteden sonuca bakan her Türk gibi ben de seviyorum Eurovision'u izlemeyi. Hadise'nin kıyafetiyle başlayan tartışmaya da uzak kalamadım, yarı finaldeki performansını izledim youtube'dan. Ses performansı değilse de gösteri performansı Eurovision ortalamasını tuturmuş bence. Giydikleri güzelliğini biraz perdelese de sahnede son derece sempatik Hadise. Skor tahminim falan yok, zira rakiplerini dinlemedim. 

Youtube'dan Hadise'yi aratınca ister istemez bütün Eurovision tarihimiz tüm görselliği ile döküldü önüme, ben de üşenmedim izledim. 

Herkes Eurovision deyince haklı olarak Sertab'ı hatırlasa ve milat kabul etse de bizim Eurovision miladımız bence 1997 senesi Şebnem Paker, "Dinle". Çok az yatırımla ve destekle iyi müzik yapıp hem de Türkçe söyleyip 3. olmuşuz, tarihte ilk defa. Doğallıkla, içtenlikte, duru bir şarkıyla, bağlama ve neyle...

Biraz arayıp tarayınca, Dinle öncesinde de fena işler çıkarmamışız aslında, 1988, MFÖ, "Sufi" mesela. 

1997'den sonra...

2003 "Every Way that I can"

Profesyonellik+iyi şarkı+iyi ses+iyi düzenleme+iyi sahne+şık bi gardrop=zirve

Eh 1. olmuşuz zaten. Türkiye bu yıl her anlamda zirvesini yapmış, şimdilik de bu bütünlükte kaliteye yaklaşabilen yok. Sonrasındaysa ilginç çeşitlemeler yapmaya devam etmişiz. Üşenmeden hepsini izledim. Tek kıstasım şarkıyı 1 kere daha dinlemek isteyip istemediğim oldu. 

2004 Athena "For Real"

Eğlenceli bi müzik+coşkulu sahne=bildiğin Athena işte. Evet bi kere daha dinliyor insan sıkılmadan.  

2005 Gülseren "Rimi Rimi Ley" malesef 1 kere bile dinlemeye dayanamadım. 

Kaderin cilvesi sanki, videonun Kral TV kaydı çıktı youtube'da karşıma. Kral TV müzik listelerine 9. sıradan hızlı bir giriş yapacak tatta bir performans, Gülseren, Rimi rimi ley... 

2006 Sibel Tüzün "Süpır Star" 

Hep iddialı imajlarla çıkan ama hemencecik de sıkılıp değiştiren Sibel Tüzün'ün shemale imajı yine iddialıymış. Şarkı da dinleniyor ama o elbise var ya o elbise...

2007 Kenan Doğulu "Shake it Up Şekerim"

Of, ilk girişte bile çok düşük Kenan'ın performansı. O zaman farketmemiştim ama ingilizcesi de kötüymüş gerçekten. Kenan'ı sevdiğimden çok birşey yazmayacağım ama bir kere daha dinlemedim. 

2008 Mor ve Ötesi "Deli" 

Mor ve Ötesi Belgrad'da konser vermeye gitmiş gibi, fazlası eksiği yok. Ama arkada oynayan Ezel Akay çalışması güzeldi hakkaten. Dinleniyor sonuçta, Mor ve Ötesi tabi, boru mu? 

2009 Hadise "Düm Tek Tek"

Standart bir pop şarkısı tadında, kolay dinlenip kolay unutuluyor. Güncel olmasından belki de, birden fazla kere dinletiyor kendini. Eh Hadise de cici kız, gözlere şenlik. 

Bu seneki yarışma biter bitmez, seneye kim çıkar tartışması başlayacak malum. İngilizce-Türkçe sözlülerin her türlü kombinasyonunu denedik. Benim naçizane önerim devletimizin Kürt açılımı sancısı da sıklaşmışken, seneye Türkçe-Kürtçe şarkı okunsun. Kardeş Türküler çalsın,İbrahim Tatlıses beyaz takım elbisesi içine kırmızı gömlekle sahneye çıksın, Kara Üzüm Habbesi'ni Kürtçe ve Türkçe söylesin, dansçılar zılgıtlarla halay çeksin. Eurovison izleyicisine paradigmatik bi kırılma yaşatalım; kendi milletimiz gerçek starını eurovision'da görsün elitizm son bulsun; Almancılar bayram etsin; elitimiz arabesk kültürüyle barışsın; AKP'nin TRT-şeş'le gelen açılımı tavan yapsın; sentezin dibine vurulsun; hatta AB'ye de mesaj çakılsın. 

Kitsch olsun, bizim olsun. 

geridönüş-mek

Geri dönüşümün arifesindeyim.

Yaban memlekette geçen 3-5 ayın sonunda geri dönmenin heyecanı sarmaya başladı içimi. Hergün en az 1 kere en çok özlediklerimi düşünürken buluyorum kendimi. 

Bugün tersten düşünüp yurt sathına yayılınca buralardan en çok neyi özlerim diye de düşündüm. Bir liste yaptım kafamda. Kısa da sayılmaz hani, ama bugün birini yazmak istiyorum. 

Geridönüşüm kutularını ve büyük bir özenle ayırıp istiflediğim çöpleri özleyeceğim. Çöplere olan bu yakın alakam memlekette başladı fakat buradaki saadeti orada asla yakalayamadım. Nedenlerini şöyle anlatayım: 

En başta, geridönüşüm için ayrılan çöplerin ne yapılacağı sorunu baş gösterdi. Camları mahallede bulunan ÇEVKO kumbarasına kadar taşımak en kolayı da kağıtlar ve plastikler ne olacaktı? Bunları toplayıp Lokman Hekim Vakfına** vakfetmek için evvela sıkı bir internet araması, telefon trafiği ve randövü stresi yaşamak gerekti. Sonunda 2 çarşambaya 1 gelip almaları üzerine anlaşıldı da gönül huzura erdi. Tabi 3. çarşambaya gelince bizi unutmalarına kadar. 

Sonraki adım, ayrılan çöpleri muhafaza etmek ve biriktirmek sorununu çözmekti. Evin balkonuna koydum, gelen misafirin göz zevkini rahatsız etti. Oradan alıp evin kedisine tahsis edilmiş tuvalete koymamla kedimizin haleti ruhiyesi bozuldu. 1-2 haftaya kalmadan benim çevre bilincim eve gelen temizlikçi teyzenin tertip-düzen sevdası ve hijyen aşkıyla sessiz bir sinir harbine tutuştu. İkimiz de temiz bir dünya istiyorduk oysa ki. 

Nihayetinde, bu kadar baskıya katlanamayıp "amaaan, nasıl olsa İstanbul'un cefekar çöp toplayıcıları bu işi yapıyorlar", "hem de para kazanıyor zavallılar" gibi laflarla vicdanımı rahatlatıp çevreci bilincimi, geri dönüşüm aşkımı cici çöp kovamıza gömdüm. Üstüne o gün okunan gazeteyi ve efkarla içilen bira tenekesini, biten sütün kartonunu da atarak umursuz hayatın huzuruna daldım. Benim geridönüşüm hikayem böyle bitti İstanbul'da.

Buraya gelmemle de içimdeki dönüştürme aşkı yeniden alevlendi. Bunun için çok fazla şeye de gerek yok zaten. Bu aşkı filizlendirmek için belediye her eve 2 çöp kovası vermiş bile: siyah kova mutfak çöpleri için, yeşil kova geridönüşebilen çöp için. Söylemesi ayıp evin 1 sokak altında da 5 konteynırlı bi geri dönüşüm alanı var. Şişeler renklere göre ayrılıyor, kağıtlar çeşidine göre, ve eski giysiler de kırmızı kumbaraya....Cennet bu olsa gerek diyerek tekrar aşkla sarıldım ayırıp istiflemeye, evde kimse sallamasa da ben şişeleri mütemadiyen renklerine göre kumbaralara taşıyorum şimdi. Kimse farkına varmasa da benden mutlusu yok, ayırdıkça ayırasım geliyor. 

Batı medeniyetini methederek kendininkini yerme meraklılarına her daim kıl olduğum için mevzuyu geri kalmışlığımıza falan bağlamayacağım. Ben de farkındayım 10 milyonluk İstanbul ile 100 binlik Exeter şehrinin karşılaştırma kaldırmayacağının, ama "bu kadar zor olmasaydı keşke beah" demekten de alamıyorum kendimi. Ben de evimde çöpümü ayırma, şişelerimi rengine göre istifleme zevkini tatsaydım keşke delice. Neyse, kabullendim artık, İstanbul belediyesinin yeni yatırımlarla teknolojisini yenilediği, dönüşecek çöpleri ötekilerden ayıran çöp işleme tesislerine teslim ettim vicdanımı.*** İstifleme zevki içimde ukte kalsa da... Arada bir çöp karıştıranlara fayda olsun diye ayırıverdiğim 1-2 şişeden öte gitmez artık benim geridönüşüm girişimim.  

** Gönüllü çevre kuruluşu. Sadece geridönüşümden kazandıkları gelirle Gebze'de tam teşekküllü 25 yataklı hastane kurmuşlar, ihtiyaç sahiplerini ücretsiz tedavi ediyorlar.

*** Duyduğuma göre belediyenin gayet iyi işleyen bir çöp ayırma sistemi varmış fakat yalnız 1 TEK şeyi ayıramıyorlarmış, yeşil renkli cam soda şişelerini. Bu şişelerin boyutu eleklerin deliğinden geçecek kadar ufak olduğundan başlarına dert oluyormuş bu minik yeşil şişeler. Dönüşümle mönüşümle işiniz hiç olmasa bile hayatta, bu şişeleri en azından kumbaralara atsanız keşke. Ama biliyorum, çok zor İstanbul'da, onca dert-tasa arasında, bi ufak yeşil şişe de dert mi... Belediye de elekleri biraz daha küçük yapıverseymiş ya canım. Neyse çöp toplayıcılar ayırır nasıl olsa...

20090509

bandista

haydi barikaaata 

haydi barikaaata 

eeekmek

a-dalet 

ve özgürlük içiiin...

Kim demiş devrimcilik ciddi iştir diye? 1 Mayıs marşları Grup Yorum'a mı tapulu sadece?* Kim demiş yeşil çimlere serilip yatarak devrim olmaz diye? Çiçek çocuklar hayal mi artık? Devrim kana bulanmak mı, kasvet mi, boğazı yıtran çığlık, beyni patlatan kurşun mu sadece?

Hayırsa cevabın bandista'yı dinle. İçinden geçen dört başı mamur devrim marşı değil de beynelmilel bi şarkı ise bandista dinle. Neşe içinde devrim şarkıları dinlemek, göbek ata ata 1 mayıs kutlamak için bandista dinle. Shantel'e kardeş ezgiler, Nazım'dan Lorca'ya selam yollayan sözler, çocuklar gibi şen devrim şarkıları. Ağız dolusu kahkaha olmuş devrim, klarnetten zırtlayan nota, akordiyondan kıvrıla kıvrıla çıkan nağme olmuş devrim. Enternasyonel şalala diyordu ya hani bi yerlerde...

Ah hayt dolce vita ne hoş!

Hem de bedava...Armağandır/çoğaltınız/dağıtınız diye yapılmış. 

Gülmeye, göbek atmaya küsmemiş devrimcilere şarkılar...

Haksız mıyım emma?

- Haklısın canım, ben yıllar önce de söylemiştim zati; dans edemediğim devrim devrim değildir.

http://tayfabandista.org/

* Grup Yorum'a saygım sonsuz ama, dağlara gelmeden, sokaklarda yapsak ya devrimi, ay Carmela!!!

Bu notum da sana evrimle-devrimle işi olmayan cici çocuk: Ben evrime inanmam, devrimin out oldu zaten deme!!! Beleş o'lum beleş, bütün albümü indirebilirsin i-poduna. 

side

well i believe there's someone watching over you
they're watching every single thing you say
and when you die they'll sit you down and take you through
you'll realise one day

that the grass is always greener on the other side
neighbour's got a new car that you want to drive
and the time is running out
you wanna stay alive
we all live under the same sky
we all will live we all will die
there is no wrong there is no right
the circle only has one side
we all try to live our lives in harmony
for fear of falling swiftly overboard
but life is both a major and a minor key
just open up the chord

evet travis dinliyorum. bahar geldi çiçek açtı pencere önlerimde, daha ne yapacaydım ki. 

20090503

marmaray


Buradan yetkililere sesleniyorum. Madem Marmaray adında 21. yüzyıla yakışacak bir işe imza atacaksınız; şöyle bir istasyon olsun Marmarayımızda da. Hem eğlenir hem öğreniriz bu sayede: boğazın dibinde kaç çeşit balık yaşar, İstanbullu denize en çok ne tür katı atık bırakır. Faydalı şeyler bunlar kanımca.

Not: Fotoğrafı Milliyet internet sitesinin yaratıcı foto editörlerinden arakladım. Onlar nereden arakladıklarını belirtmemişler tabi. İnternet de koca bir deniz değil mi ne de olsa...

the old curiosity shop


The Old Curiosity Shop... A tribute to Dickens? 

It is obviously old and made me curious but nothing to shop inside. 

20090324

twitter

Arkadaşını dürt, kafasına kitap fırlat, kalbin ne renk gel de bak, profiline bakarken kim 31 çekti gör, esra ceyhan vs uçan adam izle bak çok komik gibi gubidik Facebook muhabbetlerinden sıkılıp kendime yenin bir sosyal ağ aramaya başladım bir süre önce.

Malum, sosyal ağın yoksa hiçbirşeysin dünyasında yaşıyoruz. Ne kadar sosyal olduğumuzu Facebook'ta arkadaş sayısıyla ölçüyoruz, yarısını yolda görsek tanımayacak olsak da.

Hal böyle iken ben de Facebook'tan sıkılmış bünyeyi başka bir sanal ortama taşımaya karar verdim, Twitter'da gezinmeye başladım. En azından 3 güne bi değişen frame'ler yok, kafam rahat. İnsanlar hala alabildiğine teşhirci, meraklısına. Milano'da içmekte olduğu espressonun tadını yazan da var dünyada olan olaylarla ilgili saniyesinde haber geçen de var. Yatmadan önce dişini fırçalayıp izleyicilerine iyi geceler dileyip yatan da mevcut sabah kabızlığından muzdarip olduğunu dünyaya anında duyuran da. 

Ama beni 2 yoldan cezbetti Twitter:

1. CNN, Newsweek, Guardian, el-Jazeera gibi haber sitelerini takip listenize alıp son dk. haberleri netten takip edebilirsiniz, hatta cebinize alabilirsiniz. Bir çeşit rss fonksiyonu.

2. Lance Armstrong ve Ashton Kutcher gibi tiplerin hayatını takip edebilirsiniz. Başta ben de ne işime yarar demiştim ama yavaş yavaş sarıyor insan. 

Mesela dün yatmadan önce baktığımda sevgili Lance (arkadaş sayılırız artık di mi :) İspanyada hava çok güzel, lay lay lom diyordu. Bugün baktım köprücük kemiğini kırmış yarış dışı kalmış, zavallı. İçim sızladı. Geçmiş olsun mesajlarına cevap veriyordu en son. 

2 gün önce de Ashton zevcesi Demi teyzeyle evde otururlarken yazıyordu. Demi beyaz bikinisi içinde Ash'in takım elbisesini ütülerken bizimki de hanımın 40ında bile ne kadar güzel olduğunu anlatıp bir de fotoğrafını yolladı tüm izleyenlerine.* Fotoğrafı görünce ilk izlenim "oyşh, hadi lan ordan, yalan bunlar" oluyor tabi. Ama bir gün sonra o fotoğraf bütün dünyada gazete kapağı, bizde de Milliyet'e haber olunca twitter'in bağımlılık yapıcı etkisi kendini göstermeye başlıyor.

En azından insanın gözleme ve dedikodu yapma potansiyelini küresele taşıyor. Paparazzilerden bile önce siz duyup görebiliyorsunuz bazen. Eğer Demi Moore'un kıçını ilk gören olmak ilginizi çekiyorsa tabi...

Bunun yanında takip etmek isteyen için daha bir sürü teşhircilik örneği mevcut. Haber alma fonksiyonu da extrası. 

En güzeli de yoran arayüzler, sayfa yükleme kuyrukları yok. Küçücük fıçıcık içi dolu turşucuk tadında bir sosyalleşme hedesi Twitter. Meraklısına tabi. 

*http://twitpic.com/2bj58

20090221

aşk

varsayımsaldır. hayatın başında varlığı, sonunda da yokluğu üzerine varsayımlar test edilir.  

ama hayat bir sonuca varmak için hep kısa kalır. 

ergo bol bol deney yapılmalıdır. 

hayat

Ç: hayat hep böyle b.ktan mıydı anne?

A: evet, çocuğum.

Ç: peki, bana niye hep sonu iyi biten masallar anlattınız?

A: hayat seni korkutmasın diye.

Ç: peki ya şimdi ne olacak?

A: şimdi tercih senin evladım; ya kendi masallarını yazacaksın ya da hayatı tüm b.ktanlığıyla yaşayacaksın. 

Ç: sağol anne. 

A: bi şey değil yavrum.

Ç: ?!?